Bir Hayalin Peşinde: Ahmet Uluçay
Sinemaya dair büyük umutlar beslenebilir mi ülkemizde? Büyük bütçeler olmadan da kayda değer filmlere imza atılabilir mi? Otantisiteyi göz ardı etmeden, dünya standardına uygun filmler çekilebilir mi? Yerelliğe mahkûm olmadan ‘yerli’ olmak nasıl mümkündür? Sinemamızın halen içinde bulunduğu değişim sürecini şekillendiren bu hayati sorulara cevap niteliğinde filmler yapan yönetmenlerin varlığından bahsetmek mümkün artık. Uluslararası festivallerden aldıkları türlü ödüllerle her geçen gün doğru yolda olduklarını ilan eden bu isimlere yakından bakan eserler sayesinde de kameranın arkasındaki ustaları tanıma şansı yakalıyoruz.
Küre Yayınları’nın titizlikle hazırlanmış Yönetmen Sineması serisinin Ahmet Uluçay kitabıyla, başından en son durağına kadar imkânsızlıklarla örülü bir hayatın içinde inadına ümitvar bir âdemoğlunu keşfe çıkıyoruz. Kütahya’nın ufak bir köyünde doğmuş, o köyün taşıyla örülmüş, çamuruyla yoğrulmuş bir büyük sinemacı duruyor karşımızda. Ona dair küçük ama zengin bir dünyanın kapılarını her yazıda biraz daha aralıyoruz.
İçine doğduğu dünyanın kısıtlarına boyun eğmiyor, hatta bu kısıtların kendisini ne denli farklı kıldığının da bilincinde Ahmet Uluçay. Yüreğini ortaya koyarak yapacağı hiçbir işin boşa çıkmayacağından emin bir şekilde, minicik tersanesinde karpuz kabuklarıyla gemiler yapıyor. Bununla da yetinmiyor, gemilerini sinema endüstrisinin dalgalı denizine sürüyor. Çoğu sinemacının, en ileri teknoloji ellerinin altındayken yapmayı akıllarına bile getiremedikleri işlerin altından maharetle kalkıyor, adeta mucizeler yaratıyor. Kitapta Uluçay’ la birebir kurulan ilişkiler bağlamında anlatılar hatıralar ve onun söyleşilerde kendini ifade biçimi de okuyucuya son derece sıra dışı bir hikayeyle karşı karşıya olduğu hissini veriyor.
Dış gerçekliğin otoritesine karşı takındığı isyankâr tavır, zihninde yeniden inşa ettiği çocukluğunu korumaktan başka bir şey değil aslında. Kaybetmek istemediği dünyasını, sinemayla hayattar kılmaya çalışıyor, sinema belki de hatıraların bağlı olduğu bir yaşam destek ünitesi onun için. Nitekim kitabın son kısmında yer alan 20 Şubat 2002 tarihli söyleşide ‘Zaman, parmaklarımızın arasından sızıp geçen ve aşkla tutmanın mümkünü olmayan bir şey, bir su. Bunu durduramıyoruz(…) Acaba diyorum bunu durdurabilir miyim? Bundan bir şeyler daha çalabilir, daha doğrusu kurtarabilir miyim? Her şey gidiyor, her şey eskiyor.’ diyor. Fani olmanın verdiği acıyı sinemayla dindirmeye çalışıyor(s.126). Her an değişen, hızına yetişemediğimiz mevcut dünyanın peşinden koşmaktansa, eski dünyanın hatırasıyla kendine bambaşka bir dünya kuruyor. Kurduğu bu yenidünyayı kımıldatmaya, canlandırmaya ömrünü adıyor.
Kitabın her bölümü bize Uluçay’ın sinemayla kurduğu derinlikli ilişkinin ayrı bir katmanını açıyor. Bu anlamda özelde Uluçay, genelde ise 90 sonrasında Türkiye’ de dikkat çekici işlere imza atmış ve ‘auteur’ olarak nitelenebilecek yönetmenlerin şahsında ortaya konan tespitler Türk sinemasının son yıllarda yaşadığı büyük değişime dair farkındalığımızı bir üst perdeye taşıyor. Sinemanın artık sorunların estetik bir dillendirilme biçimi olarak toplumumuzda kabul görmesinin, bu yönetmenlerin yarattığı rüzgârın bir neticesi olduğu net bir şekilde gözler önüne seriliyor.
Küre Yayınları’nın Yönetmen Sineması: Ahmet Uluçay kitabı, bu mucize adamı, dokuz ayrı gözden tekrar tekrar okuma imkânı sağlıyor. Gölgelerle oynarken sinemayı yeniden keşfeden Uluçay’ın gölgesini takip ederek aslına varma çabasına ortak oluyoruz bir anlamda. Gerek Uluçay sineması hakkındaki akademik ve eleştirel yazılar, gerekse de kitabın sonuna eklenmiş iki ayrı Uluçay söyleşisi okuyucuya bir yönetmen olarak Ahmet Uluçay’ ı ve hatta büyümekten korkan bir çocuğu, zaman ve mekâna yabancı bir garip ‘Keloğlan’ı yakından tanıma şansı veriyor.
Dönüşen Bir Dil: Semih Kaplanoğlu
Bundan 9 yıl önce ilk filmi Herkes Kendi Evinde’yle seyircisini selamlayan Semih Kaplanoğlu, bugün artık Altın Ayı başta olmak üzere, pek çok önemli ödülü göğüslemiş, ulusalda olduğu kadar, uluslararası arenada da kendini kabul ettirmiş bir yönetmen. 2001 yılında aidiyet kavramını üç farklı karakter üzerinden sorgulamaya açarak çıktığı yolda, giderek tek karakterin Yusuf’un derin varoluşsal sıkıntılarına odaklanarak yürümeye devam etti. Nihayet tarihler
Tıpkı Ahmet Uluçay sinemasında olduğu gibi, Kaplanoğlu’nda da metafizikle kurulan güçlü ilişki hemen göze çarpıyor. Her iki yönetmende de zaman ve mekân birer sınır olmaktan çok, varlığı aşkın olana ulaştıracak yollar haline geliyor. İnsanın özsel yapısı, bir türlü terk edemediği taşralılık ve modernizmin dayattığı salt akıl üzerine kurulu dünya tasavvurunun reddine dayalı sinemasal dil, yine iki yönetmen arasında kurabilecek paralelliklerden sayılabilir.
Kaplanoğlu, kendi iç dünyasında yaşadığı dönüşümü, filmografisine en yalın haliyle yansıtmış bir yönetmen aynı zamanda. Takip ettiği yolda güzelliğin yalnızca estetik değil, ahlaki/etik anlamları da haiz olduğunu, ortaya koyduğu filmler yoluyla ifade etmeye çalışıyor.
İlk filminden başlayarak, Meleğin Düşüşü’nde devam eden soruların ve yersiz yurtsuzluk problematiğinin cevabını ‘Yusuf Üçlemesi’nde vermeyi başarıyor. Yusuf’ un sıkıntıları üzerinden bir ters okumayla, yönetmenin rüyasını yorumlama imkânına kavuşuyoruz ve aslında filmin akışına bir şekilde dâhil ediliyoruz. Geçmişin ve geleceğin harmanlandığı an olarak şimdi’ de kesişen yollar, seyirciyle yönetmeni aynı hikâyede bir araya getirmiş oluyor. Onun zamanla kurduğu derinlikli ilişki biçimi, geçmişi ve bugünü içine alan bir şimdi tasavvurunda berraklaşıyor.
Yönetmenin filmografisi boyunca dert edindiği meselelerin, kronolojik bir sırayla okuyucunun dikkatine sunulduğu Yönetmen Sineması: Semih Kaplanoğlu kitabı, Kaplanoğlu sinemasına giriş niteliğinde bir çalışma. Herkes Kendi Evinde filmini aidiyet ve dil kavramlarıyla ele alarak çıkılan yolda, Meleğin Düşüşü’yle imlenen bunalımlarla duraklıyor, bir süre yönetmenin ‘nereye’ gittiğini sorguluyoruz. Ardından üçlemenin açtığı kapıdan geçerek, dilin daha görünür hale geldiği, Kaplanoğlu’nun bıraktığı izlerin derinleştiği bir ormanda buluyoruz kendimizi ve sonunda Kaplanoğlu’nun kendi sinemasını bizzat tarif ettiği söyleşiler sayesinde net tanımlara varıyoruz.
Daha önce Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve Derviş Zaim’i konu edinen Yönetmen Sineması dizisinin son iki kitabı, ‘Türk sineması nereye gidiyor?’ sorusuna verilmiş türlü cevaplardan oluşuyor. Biri serüvenini-maalesef-tamamlamış, diğeriyse an itibariyle serüveninin zirvesine yakın bir yerde-belki de zirvesinde- duran iki önemli yönetmenin dünyasına ilk kez ışık tutmuş olmaları açısından dikkate değer yapıtlar.
Sema Karaca